ENDİŞEDEN KAÇIŞ
Yılın son günlerine yaklaşırken son dönemde zamanın ne kadar hızlı geçtiğine dair kendimi sıkça sorguladığımı fark ettim. Hayatımızda son sürat meydana gelen değişikliklerle birlikte biz farkına varamadan hayatımızda yepyeni bir sayfa açılıyor. Sadece hayatımız değil bizzat zaman algısı da her saniye bizimle birlikte değişiyor. Elim kolum sürekli yapmam gereken işlerle dolu ve konuştuğumda görüyorum ki bu durum yalnızca bana ait değil. Elimizde avucumuzda kalan zaman kırıntılarının çoğunu endişe ve huzursuzluk duyarak tüketiyoruz. Bir ara Shakespeare’in “zamanın kime dost kime düşman olacağı bilinmez.” sözüne rastlamıştım şimdi üstüne biraz daha kafa yorunca gördüm ki insanın seçimlerine bağlı biraz da bu durumu deneyimlenmek. Her zaman insanın seçimleriyle varolduğuna düşünürüm işte tam da bu noktada belki de biraz bizim avuçlarımızın içersindedir zamana dost olabilmek ya da onu düşmanı olmak. Peki ya biz insanların zamanla derdi ne? İçimiz içimizi yerken acaba kaçtığımız endişe değil de kendimiz olabilir miyiz?
Başkalarıyla olan kavgamıza odaklanmak yerine biraz da kendi içimizle olan derdimizi çözersek belki de bu endişemize yeni bir boyut kazandırabiliriz. Baş başa kalmaktan korktuğumuzda sığındığımız işlerimiz aslında tam huzursuzluğumuzun ortasında dizlerini katlayıp oturmuş halde hep bizi bekliyor. Yüz yüze kalmak aslında söylediğimiz kadar olmayabiliyor çoğu zaman, uzunca bir vakit anlayamıyoruz deneyimlediğimiz şeyleri ve kendimize yeni öğrenmeler alamıyoruz. Kendi kendimize kalarak kendimize yabancılaşmaya başlıyoruz, bu sefer de kendisine yaklaşamadan insan bir başkasına yaklaşmakta problem yaşıyor.
Hayatın akışının ve aslında etrafın bize bir noktada dayatmış olduğu toksik mutluluk kavramıyla sürekli mutlu olmaya çalışıyoruz ama elimizde avucumuzda hissettiğimiz iç huzursuzluğuyla baş başa kalıyoruz. Kafamızı yastığa koyduğumuzda birçoğumuz o gün ne hissettiğini farkına varamıyor bile. Yaşamın en kötü yanı olarak sürekli kaçmaya çalıştığımız ama bir şekilde pençesine takıldığımız endişe durumu aslında varoluşsal veya evrimsel olarak hayatta kalma içgüdüsünden kaynaklanıyor. Elinde sonunda vardığımız kaçınılmaz son endişenin hayatımızın bir parçası olduğu ve bunun da varoluşsal olarak gelişen kısmı normal karşılanırken umutsuzluk hisleriyle pekiştirilen duygusal savruluşları nevrotik anksiyeteyi tetiklediği ve dolayısıyla psikopatolojik yaklaşımla değerlendirilmek gerektiği anlamına gelmekte. An’da kalarak biraz daha içeride yaşadığımız duyguları kabullenebilme cesaretini göstermeye başladığımızda içinde bulunduğumuz durumu felaketleştirmeden yaşamın bir parçası olarak kabullendiğimizde daha az hissedilmeye başlıyor. Endişeden kaçabilir miyiz ya da bunun bir yolu var mı, hala bilemiyorum fakat belki de bu kaçmamız gereken bir durum mu önce bunu sorgulamak en doğrusu olacaktır.
Miray TAVLI
Yorumlar
Yorum Gönder