BİYOLOJİK CİNSİYET TÜRÜNDE ÜRETİLEN TOPLUMSAL CİNSİYET NORMLARININ BİR TAHAKKÜM MEKANİZMASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ- KÜRŞAT KEŞAN
BİYOLOJİK CİNSİYET TÜRÜNDE ÜRETİLEN TOPLUMSAL CİNSİYET NORMLARININ BİR TAHAKKÜM MEKANİZMASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet… Belki de yaşamımızı, hayata merhaba dediğimiz ilk andan itibaren etkileyen iki kavram. Sanki ilk başta bir kapıdan içeri giriyoruz ve daha sonra bizlere burada ilerlemenin normları olduğu ima ediliyor eğer bu normlara uyum sağlamazsak toplumsal bir ikaz alabilme ihtimali ile karşı karşıyayız. Bu ikaz ileri düzeyde kişinin haklarını ihlal edecek noktalara da gelebiliyor. Aslında bizi çevreleyen dış bir çeper olduğu ve bizlerin de bu çeperin içinde güvende olacağımız söyleniyor. Öte yandan bu güvenliğe şart olarak, kurallar koşuluyor. Sonuç bu kısa hikaye bağlamında bir çok şeyin iki taraf ( toplum -birey) için de beklentiyi çok da karşılamadığı.
Ancak iki taraf içinde de bu beklentinin karşılanmamasının nedenleri farklı olabiliyor. Bazen karşılıklı birbirini suçlayanlar bazen ise kendi içinde bulunduğu sistemi sorgulayanlar oluyor. Galiba biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin bilim, sosyal yaşam, politika, sağlık vb. birçok alanda tarihten bu yana yaşadığı çatışmaların sonucu bizlere az önce bahsettiğim kısa kurgunun imajını hissettiriyor.
İlk olarak feminizm tarihine bakacak olursak ki daha çok devinimleri anlamak için bakacağız, birinci dalga feminizmde kadınlar, erkekler ile eşit haklara sahip olmak istemişlerdir. Bunlar oy hakkı, velayet, boşanma gibi işlemlerde eşitlik olarak ele alınabilir. İlk kadın hareketi olarak da anılan süfrajette de çalışan kadınların bu hareketin içerisinde burjuva kadınlara göre çok daha etkin olduğu görülmektedir. Öte yandan harekete destek veren kadınların eşleri toplum gözünde küçültülmüş ve eşleri üzerinde tahakküm kuramadıkları söylenmiştir. Aslında içine girilen kapı ve içerisindeki kuralları yeniden inşa etmek isteyenler (bu normların mağduriyetine maruz kalanlar) ve bu kurallara sadık olan insanlar arasındaki çatışmaya da bir örnektir bu. Bazı kadınlar diğer kadınları ses çıkardıkları için suçlamışlardır. Birey başka bir bireyi suçlamıştır aslında. Toplum ise harekete destek veren kadınların eşlerini de suçlayarak bireyi suçlamış olmuştur.
İkinci dalga feminizme baktığımızda, bu dönem ikinci dünya savaşından sonraki döneme denk gelir ve kadınlar artık alan içi eşitlik istemektedir. ‘Eşit işe eşit ücret’ gibi. Aynı zamanda dünyanın yapısı gereği bu hareket çeşitli yorumlanış şekillerine de bürünmüştür. Radikal feminizm, marksist feminizm, sosyalist feminizm, psikanalitik feminizm gibi…
Bu durumda aslında feminizmin, eşitlik arayışının tüm dünyada daha evrensel olabilmesi için bir adım olmuştur diyebiliriz. Her toplum kendi algılayışı içerisinde yeni bir ‘düzen’ kurmuştur. Aslında yeni, içinde kuralları olan kapılar yaratılmıştır.
Üçüncü dalga feminizmde ise daha çok farklılıklara, farklı kadınlıklara ve deneyimleme şekillerine odaklanılmış, post yapısalcı bir bakış açısı vardır. Aslında bu post yapısal dönem yıllardır süre gelen çeperin esnetilmesinde ya da aslında böyle bir şeyin olmaması gerektiğine bir eleştiridir de diyebiliriz.
Öte yandan tüm bu gelişmeler, özellikle ikinci dalga feminizmden bu yana olan gelişmeler yaklaşık yetmiş yıl içerisinde gerçekleşti. Ve bu gelişmeler şu anda üç kuşağı içinde barındırıyor. Ayrıca bu durumu her kuşak aynı şekilde deneyimlemiyor. Hak arayışı diye bir kavramı kabul etmeyenler, hak arayışı içerisinde olanlar ya da bu konuda herhangi bir yorumu olmayanlar ve daha birçok görüş bu üç kuşak içerisinde. Ve bir kez daha başta bahsettiğimiz belki de insan var oldukça hep olacak olan o çatışma yeniden inşa ediliyor. Tabi öte yandan bir ‘toplumsal cinsiyet’ inşası da var.
Bu inşaya değinmeden önce biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender) kavramlarına değinmek istiyorum. Biyolojik cinsiyet, atanmış cinsiyet olarak da anılmaktadır ve bireyin doğduğu cinsiyeti ifade eder. Ancak burada bir parantez açılmalıdır ki birey biyolojik cinsiyeti ile hayatına devam etmek zorunda değildir ve bu da olağanın dışında olarak algılanması gereken bir durum değildir. Kişiler hemcinslerine göre kendi cinsiyetini farklı deneyimleyebilir ve burada olması gereken diye bir şey söz konusu değildir. Carl Gustav Jung, dört arke tip olarak açıkladığı kavramda, anima (erkek ruhunda kadınsı taraf) ve animustan (kadın ruhunda erkeksi taraf) bahsetmiş ve bunlara ‘’tamamlayıcı ruh imgesi’’ demiştir (Ersoy, 2011). Jung aynı zamanda bireyin kendi anima ve animusunu keşfetmesinin önemine de değinmiştir.
Toplumsal cinsiyet ise daha çok inşa edilen bir şeyi ifade eder ancak bu inşalar biyolojik cinsiyetimizin ekseni etrafında oluşturulur (Vatandaş, 2011). Bunlara örnek olarak gündelik hayattan daha doğmamış çocuğa cinsiyetine atfedilen renklerde eşyalar almak, oda hazırlamak verilebilir. Çocuk çoktan kendisinden birçok şeyin beklenildiği bir dünyaya adım atmış olur. Bir kadınlık ve erkeklik başka bir ifade ediliş biçimiyle erk ve dişi özellikleri de tanımlanır ve biyolojik cinsiyet ekseninde ki bu cinsiyette değişemez kabul edilir ve kişiye bu temelde başlayan toplumsal cinsiyet stereotipleri dayatılır (Vatandaş, 2011). Bu stereotipler erkek için gücü, savaşmayı ve herhangi bir savaşta her zaman kazanan olmayı vb. özellikleri ifade ederken kadın için ise daha sessiz kalmayı, sabrı, mütevazı olmayı, hoşgörü vb. özellikleri ifade eder.
Bu inşaları daha iyi açıklamak için Ayşegül Yaraman’ın ‘Toplumsal Cinsiyetin Üretimi Ve Yeniden Üretimi Bağlamında Psikoloji, Sosyal Psikoloji Ve Medya Araştırmalarında Feminist Eleştiri’ başlıklı çalışmasını incelemekte fayda var. Yaraman, Chodorow’dan yaptığı alıntıda anneliğin çağdaş yeniden üretimine değiniyor ve kadınların, daha genç bir kadın olan çocuklarına anneliği, besleyen olmayı öğrettikleri ve bunu istemeyi (arzulamayı) da öğrettikleri , erkek çocuklarına ise daha ekmek kazanan olmayı (breadwinner), dışarıdaki zorluklara karşı daha az şefkatli ve daha az boyun eğici olmayı öğrettiklerine değiniyor (akt: Yaraman, 2002, s.21-25). Chodorow eşitliğin, rollerin, beklentilerin, erkekler ve kadınlar arasında paylaşılması ve bu değerlerinde yeniden inşa edilmesi ile mümkün olacağını söylüyor (akt: Yaraman, 2002, s.21-25).
Bu konuda ünlü filozof Judith Butler’nda eşitliğin zaten hali hazırda var olan sistem içerisinde yeni bir inşa yapılarak mümkün olacağı görüşü bulunuyor.
Sonuç olarak biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet iki kavram olarak ele alınsa da aslında birbirlerine katkısı olan kavramlar. Çünkü toplumsal cinsiyet stereotipleri yazı boyunca da değindiğimiz gibi biyolojik cinsiyet temelinde oluşturuluyor. Peki bu durumda toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı bizler için ne anlam ifade etmeli? İstenilen, toplumun biçtiği değerlerdeki düzende bir eşitlik mi?
Yoksa biyolojik, fiziksel, sosyal birçok varoluşun dışında bir birey olarak tek başına eşit olarak doğmak ve kendini sürdürebilmek hakkının elde edilmesi mi? Ayrıca toplumsal cinsiyet kavramı biyolojiden bu kadar güç alırken biyolojik cinsiyet kavramının da zihinlerde ne anlam ifade ettiği de belki daha fazla sorgulanmalı.
Bugün geldiğimiz dünyada geçmişe göre çok daha sorgulanabilir şemalar varmış gibi hissedebiliriz ancak en başta bahsettiğimiz çatışmalar hala devam ediyor. Kimi toplumlarda daha yoğun kimilerinde daha seyrek. Hatta tek bir toplum içerisindeki yoğunluğu da değişmekte. Ve yapısal sınırlar günümüzde geçmişe göre daha az çizilse de bu sınırların olmaması, bazı kişiler için sınırsızlık, güvensizlik, kendisinden emin olunmayan anlamlar taşıyabilir. Ya da büyüdüğü çevre itibari ile sürekli erkliği ya da dişiliği teşvik edilmiş biri kişisel inanışları da doğrultusunda tüm bu daha az yapı koyan düzeni bir tehdit olarak algılayabilir. Çünkü kendisini o yapı içerisinde nereye koyacağını bilmeyebilir ve yalnız kalmış hissedebilir. Öte yandan daha da az yapı biçen bir dünya isteyen başka bir birey, sınırları çok fazla olan bir dünyada kişisel haklarından mahrum kalabilir ve istismara uğrayabilir. Toplum dünyanın birçok noktasında tüm bu uçları kendi içinde barındırıyor. Bu yüzden biyolojik cinsiyet üzerinden bireylerin üzerinde tahakküm kuran şemalar inşa etmeyi bir yana bırakarak kişilerin kendi cinselliklerini keşfetmeleri daha küçük yaşlardan itibaren eğitim sistemi içerisinde yer almalı ve daha sonra ebeveynlerin de çocuklarının kişisel alanlarına saygı duymaları gerekmektedir.
Bu gelecekte bir başkasının kendi cinselliğini yaşamasından rahatsız olmayan, kendini tanıyan ve kendinde nereye dokunacağını bilen bir toplum için güzel bir adım olacaktır.
Teşekkürler.
Kürşat KEŞAN
KAYNAKÇAErsoy, Elif. (2011), “Jung’un Arketip Kavramı”, Düşünüyorum (Anadolu Aydınlanma Vakfı Sosyal ve Kültürel Bülteni, Sayı: 17.
Vatandaş, C. (2011). Toplumsal Cinsiyet Ve Cinsiyet Rollerinin Algılanışı, İstanbul Sosyoloji Çalışmaları Dergisi, Erişim adresi https://dergipark.org.tr/tr/pub/iusoskon/issue/9517/118909
Yaraman, A. (2002). Toplumsal Cinsiyetin Üretimi ve Yeniden Üretimi Bağlamında Psikoloji, Sosyal Psikoloji ve Medya Araştırmalarında Feminist Eleştiri, Toplumbilim, s.21-25.
Yorumlar
Yorum Gönder