DÜŞÜNEREK HAYATTA KALANLAR
İnsanın bu
doğadaki en temel amaçlarından bir tanesi hayatta kalabilmek. Ve insan,
olabildiğince uzun yaşama gayreti sürdüren bir canlıdır. Bunun yanında
hayvanlardan birkaç küçük farkımız var; hatta çoğu zaman hayvanlara göre müthiş
derecede eksik bile sayılırız. Bizi koruyacak kürkümüz, pençemiz vs. yok. Ama
bizi hayvanlardan ayıran birkaç tuhaf özelliğimiz de var; mesela hayatta kalmak
için bir amaca hizmet etmeyen yazı yazmak işlevi gibi. Bunun yanında insanlar doğal
ortamda kendilerini üst amaçlara hizmet ettiğini düşünmeye meyilli olan
ilginç canlılardır aslında. İlim
üretmeyi ve tüketmeyi çok seviyoruz. Farklılıklar yaratmayı, tek düze giden bir
doğal ortamda kompleks bir dizilime sahip olmak ve biricik olmak çok hoşumuza
gidiyor. Kendimizi sadece hayvanlardan
ve doğadan üstün görmekle yetinmiyor kendi türümüzden hatta kendi eşlerimizden
üstün görmeye bayılıyoruz. Bizim hayatta kalmamız için birbirimizin etini
yememize hiç gerek yok ama biz insan olarak bunu bile yapıyoruz. Ve bunların
hepsini yapan sadece beynimiz aslında.
Doğal seçilime
göre bizi kendi türlerimizden ayıran bir takım özelliklerimiz var. Bugünlerin
modern sorunlarından bir tanesi kadın ve erkek eşitliği üzerine şekilleniyor.
Böyle bir sorunun sorulabilmesi ve çözüm arayışına girilebilmesi için öncelikle
canlılığın ne olduğunu yani aslında canlı olarak nasıl hayatta kaldığımızı iyi
bilmemiz gerekiyor. Erkek egemenliği üzerine yapılan ilkel yorumlardan bir
tanesi erkeğin % 40 daha fazla kas oranına sahip olması ve bunun üzerine nasıl
kadınla erkek eşit olabilir. Evet erkekle kadın arasında biyolojik olarak bir
takım farklılıklarımızın olduğu açık hatta beynimizin bile bazı küçük
farklılıkları var ancak kas gücü şuan hiç bir işimize yaramıyor. Bizi
kadınlardan üstün kılabilmek için hiç yeterli değil. Binlerce kat daha güçlü
makineler üretebiliyoruz . Beynimizdeki ufak farklılıklara gelecek olursak.
Erkek beyni çok az daha büyük dolayısıyla nöron sayısı daha fazla ancak
kadınında nöral bağlantı sayısı daha fazla kısaca bizim biyolojik
farklılıklarımız bizi birbirimizin üstünde egemen kılmaya yetmeyecek kadar
etkisiz görünüyor. (David G. Myers, Social Psychology, Onuncu Basım (Ekim 2017))
Bugün bu
konuyu tartışan birçok kişinin dahi bu ayrımı yaptığına dair işaretleri
görebiliyoruz. Nedense erkek beyni kadını bir şekilde aşağıda görüyor. Aslında
kendi beyinlerimiz, biyolojik donanım olarak avantajlı durumlarda diğer
insanları bir kıyas aracı olarak kullanma eğiliminde. Bu durum iki erkek
arasında uzun boylu olan erkek biraz mutlu olabilmek adına kısa olanla
kıyaslayarak yaşamını sürdürmesi. Bu kıyas durumu, kendisinden daha uzun
biriyle karşılaşana dek mutlu olmak suretiyle devam eden bir durum. Dünya kısalar
ve uzunlar olarak kesin bir çizgiyle ve bu bilince hizmet eden katı tutumlarla
ayrılmıyor. Ancak kadın ve erkek olmak adına ciddi bir ayrımımız var.
Yeni bir
çocuk dünyaya geldiğinde ilk merak ettiğimiz şey cinsiyeti oluyor. Çünkü bundan
sonra nasıl bir hayat süreceği üzerine kendi şemalarımızdan yorum çıkarma gayreti
yaşıyoruz. Ve hemen ardından; “sağlıklı olsun da ne olursa olsun’' sözünü
getirmemiz de yine yaptığımız bu ayrımın süsü oluyor.
Bu tür
ayrımları yapmamızın birkaç küçük temeli olduğu kanaatindeyim. İlk olarak
toplumsal normlar üzerine kurulu cinsiyet normları. Bu normlar bize küçük
yaşlardan beri süre gelen ve aslında asıl düşünceden uzaklaştıran yani, kadının
kadın olma hâlinin ne demek olduğunu olumsuz kalıp yargılarla öğreten
geleneksel düşünceler. Bize bu kalıp yargıları oluşturan temel sebeplerinden
bir tanesi de dinin toplum üzerindeki etkisi toplumsal cinsiyet üzerine bir yol
kat edilecekse dinlerin bu konuda ne dediğine dikkat edilmesi gerekiyor. İlk
başta kadın erkek arasındaki ayrımı anlayabilmek için biyolojimizin anlaşılması
gerekir. Ama bunun yanında dinin şekillendirmiş olduğu cinsiyetçi yargıların
anlaşılması gerekir. Dinlerin insan üzerinde büyük bir etkisi olduğunu bir
çoğumuz biliyoruz. İnansak da inanmasak da dinler toplumu şekillendiren en
temel yapılardan bir tanesi. Ama buradaki ayrımın iyi yapılması gerekiyor yani
dinler erkek egemenliğinin hâkim olmasını tartışmıyor. Dinlerin, toplumun genel
yargılarını kulaktan dolma birkaç bilgiyle donattığından söz ediyorum. Aslında
sadece toplumsal cinsiyet üzerine değil, birçok bilgimizin asıl kaynaktan değil
de, bir şekilde etkileşime girerek birbirimize öğrettiğimizin farkına varırsak
toplumsal olarak da büyük bir yol kat edeceğimizi düşünüyorum.
Ali Hayran KİLİSLİOĞLU
Yorumlar
Yorum Gönder